Ağuçen Ocağı
2023-01-28 19:49
Ağuiçen’in doğum ve ölüm tarihleri tam olarak bilinmiyor. Asıl adı Seyyid Temiz’dir. Ağuiçen, 1221 Moğol işgalinden sonra Anadolu’ya göç edenlerdendir. Ağuiçen’in dedesi Seyyid Lokman Perende’dir. 1221 veya 1222 tarihlerinde Erdebil’de vefat ettikten sonra onun torunları Anadolu’ya göç ettiler. Saltuklu ulularının anlattıklarına göre Karadonlu Can Baba da Seyyid Temiz’in kardeşidir. Seyyid Temiz (Ağuçan), kardeşi Seyyid Can’la birlikte gelip Elazığ’ın Sün Köyü’ne yerleşti. Onların soyağaçları, Ebu’l Vefa kanalıyla İmam Zeynelabidin’e ulaşır. Anlatılanlara ve eldeki verilere göre, yerleştikleri bu bölgenin beyleri, onları sınamak için kendilerine bir fincan ağı (zehir) sunar. Seyyid Temiz; ağıyı içip bir damlasını harcamadan, parmağından gerisin geri fincana akıtır. Küçük kardeşi Seyyid Can da ağıyı içip topuğundan gerisin geri fincana akıtır. Ondan sonra bu kardeşler ve soylarına “Ağuiçenler” ya da “Ağuçanlar” denmiştir.
Ağuiçen kardeşler, Baba İshak İsyanı’na katıldılar.
Bu kardeşlerden Seyyid Can, 1246’dan sonra (muhtemelen Hacı Bektaş ile birlikte) Sulucakarahöyük’e gitti. Seyyid Temiz’in dört oğlu oldu. Koca Seyyid, Köse Seyyid, Mir Seyyid, ve Seyyid Mençek. Koca Seyyid, Elazığ’ın Sün Köyü’nde yatmaktadır. Koca Seyyid’in soyu, Elazığ Sün Köyü, Erzincan Ardos ve Erzincan-Ilıç-Nordan Köyü’ne yerleşti. Bir kol da Molla İbrahim’in evlatlarından, Güzel ve Hasan Arslanoğlu adıyla Amasya’nın Göynücek ilçesinin Tencirli Köyü’ne geldi. Seyyid Temiz’ in diğer çocukları, Köse Seyyid, Mir Seyyid, ve Seyyid Mençek, Çemişkezek Ulukale Köyü’ne yerleştiler. Seyyid Mençek’in bir kolu Çorum’a ve Tencirli Köyü’ne geldi. Söylencelere göre Köse Seyyid Ulukale Köyü’nde çobanlık yaparken, Ulukaleliler yol açmak için büyük bir kaya ile uğraşmaktadır. Çoban oradan geçerken, oradakiler ona takılır. “Çoban; senin ulu bir soydan geldiğini söylerler, haydi kerametini göster de bu taşı yuvarla” derler. Çoban da gelip kayanın bir tarafından tutar; “Ya Hızır!” deyip taşı yuvarlar. Ulukaleliler şaşırır. Kimileri, “Bu evliyadır”; kimileri, “Ermiştir” veya “Derviştir” der. Ağuiçen’li Çoban olan Köse Seyyid, Ulukale’nin başındaki Sekel Yaylası’nı geçip Kozuk Yaylası’nın başına gelir. Orada dinlenmek için uzanıp yattığında olduğu yerde Hakk’a yürümüştür.
Çemişkezek 13. yüzyıl sonlarında Saltukluların eline geçti. Saltuklular burada Melkişan Beyliği’ni kurdular (“Saltuklular” adlı kitaba bakınız). Ulukale, Çemişkezek’in bağ bahçesi çok olan güzel bir köyüdür. İşte bu sıralarda Seyyid Temiz’in oğulları Köse Seyyid, Mir Seyyid ve Seyyid Mençek, Dersim’e göçüp Ulukale Köyü’ne yerleşirler. Köse Seyyid; köyün kuzeyinde bulunan Karpan Dağı’ndaki Sekel Yaylası veya ona bitişik olan kuzeyindeki Kozuk Yaylası’nda iken Hakk’a yürür. Mekânı Kozuk Yaylası’nın başındadır. Daha sonra, kardeşi Mir Seyyid de orada Hakk’a yürümüş, mekânı da orada kurulmuştur.
Orası Ağuiçen Yatırı olarak bilinir.Yakın tarihe dek, oralara yaylaya çıkanlar tarafından ziyaret edilip üzerinde kurbanlar kesilirdi.
Daha sonra, Seyyid Mençek Hozat’ın Karabakır (Bargini) Köyü’ne yerleşti. Ağuiçen’in oğlu Seyyid Mençek’in Karabakır Köyü’ndeki türbesi, hâlâ yöre halkı tarafından önemli bir ziyaretgâh olarak görülüp ziyaret edilmekte ve üzerinde kurbanlar kesilip mumlar yakılmaktadır. Ağuiçen ve Saltuk ulularının nesilden nesile aktardıkları kadarıyla, Ağuiçenler, Seyyid Lokman aracılığı ile Seyyid Ebu’l Vefa’ya, Seyyid Ebu’l Vefa aracılığı ile de İmam Zeynelabidin’e ulaşır.
Bize göre Ağuiçenler’in soyağacının doğrusu şöyledir:
SOYAĞACI :
1 – Hazreti Ali
2 – İmam Hüseyin
3 – İmam Zeynelabidin
4 – S. Zeyd
5 – Seyyid Hüseyin
6 – Seyyid Yahya
7 – Seyyid Hasan el Faki
8 – Seyyid Muhammet Zahit
9 – Seyyid Hüseyin
10 – Seyyid Muhammet
11 – Seyyid Ali
12 – Seyyid Zeyd
13 – Seyyid Muhammed
14 – Seyyid Ebul Vefa
15 – Seyyid Zeki
16 – Seyyid Salih
17 – Seyyid Umman
18 – Seyyid Şerafettin
19 – Seyyid Riyani
20 – Seyyid İzzettin
21 – Seyyid Lokman
22 – Seyyid Muhammet 22 – Seyyid Mahmut
23 – Seyyid İbrahim
23 – Seyyid Temiz (Ağuiçen) 23 – Karadonlu Can Baba (Ağuiçen – Mücerret))
24 – Koca Seyyid Köse Seyyid Mir Seyyid Seyyid Mençek (Ağuiçen)
Ağuiçen Ocağı ve soyağacı üzerine notlar:
Bugüne kadar yayımlanan çeşitli kaynaklardan alınan bilgilere göre, dedelerle yönetilen Alevi oymakları içinden en çok talip Ağuiçen Ocağı’na bağlıdır. (Nejat Birdoğan’ın “Anadolu ve Balkanlar’da Alevi Yerleşmesi Ocaklar – Dedeler – Soyağaçlar” adlı kitabına bakılabilir.) Bu kaynağa göre Ağuiçenler Ebu’l Vefa’dan gelmiş oluyor. Buna göre:
1) Ebu’l Vefa, babası Muhammet, babası Muhammet Zeyd, babası Ali, babası Hüseyin, babası büyük Zeyd, babası İmam Zeynelabidin.
2) Ebu’l Vefa, babası Şeyh Muhammet Şembeki, babası Hürevli Naci, Babası Tireli Muhammet, babası Genceli Muhammet, babası İbrahim Haşimi, babası Muhammet, babası Abdullah, babası Hasan’ül Basri… İmam Ali.
İkinci soyağacı bu belgeye göre aynen böyle. Bu belgeye göre gerçek soyağacı; birincisi… İkincisi ise tarikat (yolak) soyudur. Bu soyağacı ,benzer biçimde Kara Pir Bad’da da geçiyor.
“Ehlibeyt” dergisinin Eylül – Ekim 1990 sayısında yazdığı incelemesinde Adil Ali Atalay’ın anlattığı gibi, Ağuiçen Ocağı’nın bu soyağacından başka, bir de kuruluşuna ilişkin söylencesi var. Buna göre Ağuiçen Ocağı’nın kurucuları dört kardeşmiş. Bunlar, öbür erenler gibi Horasan’dan gelerek Elazığ’ın Sün Köyü’ne yerleşmişler. Koca Seyyid, Köse Seyyid, Mir Seyyid ve Seyyid Mençek adını taşıyorlarmış. Dönemin Anadolu sultanı kendilerini sınava çekmiş. Verilen zehri küçük kardeş, ağabeylerinin himmeti ile mey niyetine içmiş. Zehri bal etmiş. Aynı durum Karadonlu Can Baba anlatışında da vardır.
Dört kardeşten Koca Seyyid Elazığ’ ın Sün Köyü’nde, Köse Seyyid mücerret (evlenmemiş) olup, kardeşi Mir Seyyid ile birlikte Çemişgezek’ in Ulukale Köyü’nde, Seyyid Mençek ise Hozat’ın Bargini Köyü’nde yatmaktadır. Erzurum Hasankalesi’nin ünlü ozanı Noksani, Koca Seyyid Ocağı’na bağlıdır.
Baba Mansurlular’ın, Kureyşanlar’ın, Seyyid Sabunlar’ın pir gittikleri yerlere Ağuiçenler mürşit gider. Sün Köyü Ağuiçenleri ile Erzincan’ın Ardost Ağuiçenleri Koca Seyyid’li olup kendi Ağuiçenler’ine mürşittir. Hüseyin Doğan’lar Mir Seyyid’lidir. Barginliler Seyyid Mençek’lidir. Onların mürşit kapısı Muhatat Dede’gildir. Köse Seyyid’liler evlenmemiştir. Sün’den Ardos’a gidenler onların mürşidi olurlar. Ardostlar ise Sün’e geldiklerinde onların piri olurlar. El ele, el Hakk’adır. Sarı Saltık, Derviş Cemal, Hacı Kureyş, Hacı Bektaş’tan himmet almışlardır. Hepsinin mürşit kolu Ağuiçen’e bağlıdır.
Ağuiçen Ocağı ile ilgili Ayhan Aydın’ın Ağuçenli Âşık Mahzuni ile ilgili bir araştırmasından
13. yüzyılda Asya kültüründe Bektaşilik, özellikle Türkmen aşiretlerinde büyük taraftar buldu. Doğu Türkmenistan’dan Horasan’a, Tebriz’den Kırşehir’e uzanan, hatta Peçenek, Çepni, Akkoyun, Karakoyun, Karakeçeli, Dadal, Kutan, Karadonlu, Barak, Avşar, Kayı, Gagavuz, Uzun Hasan, Karaçadırlı, Hormek, Ağdil, gibi daha adı duyulmadık Türkmen aşiretleri yaşamıştır. İslamın ve Aleviliğin Anadolu’ya girmesinden sonra Selçuklular, Bizanslılar, Moğollar arasında yer yer kendi bütünlüğü arasında da büyük isyanlar çıkmış; kanlı bir şekilde bastırılmıştır..
1598-1601 yıllarında Tebriz‘de başlayan Alevi kırımı, Tebriz Muhafızı Hadım Cafer tarafından, gerek İran içinde gerekse Osmanlı Türkmenlerine karşı büyük katliamlara devam etmiş olup, aynı tarihlerde, Horasan’dan bugünkü Tunceli ilimize bağlı Hozat ve Pertek, Barginek yaylalarına kaçan Ağuiçen (Karadonlu) Türkmen aşireti, Seyit Ali Haydarağa bu yaylalara binlerce koyunla, çadırla yerleşir. Aynı tarihte Celali İsyanları baş göstermiştir. Celalileri bastırmak için, yeni sadrazam olmuş Hırvat kökenli Kuyucu Murat Paşa Anadolu’ya serdar olarak gönderilir. Kuyucu’ya; Kırşehir, Sıvas, Yozgat, Amasya, Malatya düzlük ve dağlık yörelerinde bulunan Celali yandaşlarını imha etmesi için padişah buyruğu verilir. Murat Paşa, gizli bir Hıristiyan olduğu halde İslamcı bir tavır sergiler ve Nakşibendi tarikatı yanlısı görünür. Çok koyu bir Sünni süsü ile Anadolu’da yakıp yıkmadığı yer kalmaz. Tebriz ve Horasan’da yaşayan Alevi Bektaşiler, Celalilerden önce 1527’de yaşanan Kalender Çelebi İsyanı’nı desteklediklerinden, Osmanlı sarayı ve Kuyucu Murat Paşa tarafından takip altındadır.
Ağuiçenli Ali Haydar Dede ve amcasının oğulları Çeritli’ler ve yine aynı aşiretin bir diğer parçası olan Hormekânlılar’ın, Muş ve Maraş illerinde oldukları saptanır.
Osmanlı ordu müfrezeleri bunların üstüne gönderilir. Durumdan istihbarat edinen Ali Haydar Dede’nin başı, Pertek’te bulunan Ermeni ve Gürcülerle zaten derttedir.
Bir yayla sorunu yüzünden çadırları baskın görmekte, Hozat ve Pertek’te yaşayan Sünni halkla ihtilaflar yaşamaktadır. “Hatay topraklarına göçelim” der; oğullarını ve taliplarini toplar gider. Peçevi Tarihi, Kuyucu Murat Paşa’yı memleketi eşkıyadan temizleyen yiğit bir vezir olarak gösterse de, insanlara önce kuyu kazdırıp sonra yüzlercesini üstüne koyarak öldürten bu Sünni cani Yezit’ten beterdir. Çünkü eşkıya diye tanımladıkları insanlar Hz. Ali’yi, Hz. Muhammed’i, Allah’ı, Kuran’ı, Ehlibeyt’i seven Türkmen Alevilerdir. Osmanlı sarayına ne olduğu belirsiz bir devşirme olarak giren, sonra da paşalığa kadar süren bu Hırvat Murat Paşa denen zalim, Osmanlı tarihinin bir yüz karasıdır. Vezirliğini yaptığı adaşı padişah IV. Murat, Kuyucu’dan aşağı kalmaz derecede merhametsiz, tutucu ve zalim bir padişahtır. On yedi yıllık hükümdarlığında, Anadolu topraklarına kan ve fitne saçmış; Anadolu aydınını, bilgesini ezmiş, İslamı kötüye kullanmış bir hükümdardır. İşte bu şartlar altında Hozat’tan başlayan Ağuçan göçü, geride bıraktığı üç yüze yakın şehidiyle, önce Malatya topraklarına ulaşır. Kendisinden çok yıllar evvel, Horasan’dan gelip Divriği’ye, Kangal’a ve Darende yaylalarına yerleşen Uzun İbrahimoğulları’na (DREJANLAR) konuk olurlar. Çünkü bu kadar öveç koçu ve binlerce koyunu barındıracak, ancak bu dağlar vardır. (Drejan aşireti asimilasyona uğramış konumdadır.) Murat Paşa müfrezeleri Divriği’ye kadar ulaşmış olup oradan Elazığ, Pülümür, Erzincan ve Dersim Alevilerini yok etmek üzere hazırlık yapmaktadır. Ve Ağuçan kaçmaktadır, kaçmaktadır… Seyit Ali Haydar Ağa’nın Malatya Ovası’na yerleşmesi, sürülerinin ve çadırlarının Yama Dağı eteklerine konuşlandırılması Kangal, Divriği, Elbistan, Akçadağ ve Kürecik Türkmenlerinde de büyük bir sevince yol açar. IV. Murat döneminde Celali hareketine asker verdiği için Ağuiçenliler zan altındadır. Osmanlı devriyelerince köşe bucak aranmaktadrlar, bulunduğu anda kılıçtan geçirilme tehlikesiyle yüz yüzedirler.
Varto’dan gelen bir elçi, Ali Haydar Dede’nin bu yöreleri terk etmesi gerektiğini, Hormek aşiret reislerinden mektup olarak Seyit Haydar’a ulaştırırlar.
15. yüzyıl başlarında Hozat yöresine uğrayan Kalender Çelebi, hedefinin Kayseri ve Maraş / Elbistan toprakları olduğunu söyler. Çünkü Osmanlılara karşı kendisini destekleyen Dulkadir Beyliği, göstermelik de olsa Kalenderilerin yanında yer aldığını her fırsatta saraya bildirmektedir.
Drejan aşiret büyükleri toplantılar yaparak Ağuiçen ve güzel soyunun kaçması ya da kaçırılması için bir sürü plan yapar. Önce Kürecik’ten Ellez Obası’na haber verilip Çamşıhı beyi getirilir. Kürecik ve yöreleri de Sinemilli Ocağı’na bağlıdır. Ancak Ağuiçen postnişinliği mürşit postu olduğundan, bu dedelerin piri sayılmaktadır.
Karar verilir. Seyit Ali Haydar Dede‘nin 6 sürü koyunu, Drejan ve Çelikan ağalarınca satın alınır. Bu arada gerek Ali Haydar Dede, gerekse Hanım Sultan, eşi Razey (Hormek kızı Irazca) hastalanmıştır. Onlara 2 atlı, bir revan hazırlanır. Elbistan yoluyla Hatay topraklarına göçerler. Burada Dadal Türkmenlerinden Mursal Beyliği yaşamaktadır.
Onlar da Tebriz’den ve Horasan’dan Hadım Cafer’e dayanamayıp kaçan Bektaşi Türkmenlerdir. Mursal, bugünkü Reyhanlı ilçesine bağlı tarihi bir köydür.
Başbakanlık arşivlerinde ve Reyhanlı tarihinde, Hatay müstakil devletken, Selçuklu ve Osmanlı Türkmenlerinden İran ya da Türkmenistan’dan kaçan her Türk boyu bu yörelerde sığınmacı olarak kalmışlardır. Ayrıca Hatay Alevileri Ehlibeyt sevgisini Anadolu Alevileri gibi yaşar. Bu bilindiği için, Osmanlı’nın Sünni zulmünden hicret eden herkes bu yörelere kaçmakta ve yerleşmektedir.
Yaşlı ve yorgun Haydar Dede ve eşi Ana Sultan (Hormekli Roze) burada ancak iki ay kadar hayatta kalabilir ve Hakk’a yürürler. Ağuçen seyitlerinin Mursal’a gelmesiyle; Niğde, Kayseri ve Yozgat’tan mürit akınları bu köye olur. Ne var ki Osmanlı istihbaratı burada da onları keşfederek “son Celali azgınlığını yok etmek için” Hatay devletine tamim yazar. Bu kanun kaçaklarını bölgeden kovmasını ister, bu vesileyle Hatay Valisi Haydar Dede’nin oğlu Zeynel ile yeğeni Ceritli Müslüm Dede’yi makamına çağırttırıp bu toprakları terk etmeleri gerektiğini söyler. Huzuru bozulan Zeynel Dede, Hatay Valisi’nden birkaç gün mühlet ister ve kalan sürülerini Halep tüccarlarına satar. Hozat’tan itibaren Barginekli ve Ceritli aşiretlerinin izini Mursal’da bulunan Osmanlı, Ağuçana burada da rahat vermez. Aradan geçen bir, yüz elli yıllık süreç içerisinde Toroslar’da Dadal Türtmenleri ve Sarı Keçeli Yörüklerle başlayan isyan, kavgalarda kızışmaktadır. Saraya karşı ayaklanan Toros Dağları’nın bütün Türkmenleri yenildikten sonra Hatay bölgesinde Mursal’da yaşayan Ağuçan ve Cerikli ovaları dağılır. Sürülerini Halep tüccarlarına satan Ağuçan Seyitliği Seyit Mürsel, Müslüm ve Zeynel dedeler gözetiminde tekrar Malatya – Doğanşehir, Elazığ – Sün bölgesi, Elbistan – Nurhak Dağları’na çekilirler. Olaylar o kadar seri baskınlarla yoğunlaşır ki Reyhanlı’nın Mursal ve Amik topraklarında kalan Cerikli (Ağuçanlılar) göçü kendilerini baharda göç eden göçmen kuş sürülerine benzeterek isim değiştirir. Cırıklılar olarak Elbistan yaylalarına giderler. Nurhak Dağları’na yerleşen bu Horasan kökü yüzlerce çadırını buraya kurar, develerini ve koyunlarını Anadolu’nun bu muhteşem yaylasına yerleştirir. Ancak Osmanlı, yakalarını bırakmamıştır; çünkü gerek Celali başkaldırısında, gerekse Kalender Çelebi vakasında Ağuçanlı Türkmenler ile onların diğer parçası olan Ceritli Türkmenleri, saray isyanlarına büyük çapta yardımcı oldukları için Osmanlı’larca fişlenmiş olup özelliklede Dulkadiroğulları’yla işbirliği yaptığı için bu takipten kurtulamamıştır.
Aradan yüz elli yıl geçmiş olmasına rağmen, Elbistan Kadılığı’na ferman gönderilerek Nurhak’ta yaşayan Cırıklı, yani Cerikli aşiretiyle Ağuçan dedeganlığının ıslah edilmesi için kesin buyruklar tamim edilmiştir. Bu arada Seyit Müslüm ve Zeynel dedelerin öldürülmüş olması son Seyit Muhammed’i zor durumda bırakır. Elbistan Kadılığı’nı elinde tutan Kadı Mehmet Bey, Nurhak’a zaptiyeler göndererek sarayın emrini bildirir. Seyit Muhammed’i Osman-ı Âli’ye uymaya ve şeriat hükümlerine sadık kalmaya devam eder. Genç olmasına rağmen, Kerbela’dan yeni dönmüş Ağuçanlı Seyit Muhammet, Hace Mehmet unvanıyla anılmaktadır. Keşf-i kerameti, bilge ve paylaşımcı kişiliği ile bir anda güneyi sarmış bir insan olduğundan, Osmanlı sarayını ve Maraş’taki Zülkadir varlığını rahatsız etmektedir. “Bu zındık Kızılbaş ekibinin Nurhak’tan mutlaka sürülmesi gerekmektedir” emri yayılır. 1780’li yıllarda Kadı Mehmet, Ağuçanlı Seyyid Muhammed’i Elbistan’a çağırır.
“Bak Dede!” der, “sizin atalarınız da Hünkâr’a karşı geldi, Kalender Çelebi’yi desteklediler. Ne var ki şu an senin konakladığın yaylada Nurhak’ta Kalender Çelebi’nin başı kesilerek at heybesi içinde İstanbul’a gönderildi. Gel inattan vazgeç, ulülemre uy. Senin için Hasan Ali Yaylası’nı tahsis ettim. Müritlerini topla camiye de hayır deme”.
Ağuçan Seyit Muhammet, yerinden kaşlarını çatarak heybetli bir şekilde öyle bir ayağa kalkar ki, “Bak Kadı Efendi” der, “biz elhamdülillah Müslümanız, ama imamımız Oniki İmam’dır. Ali evlatları olarak ceddimize lanet okunan bir mekânda Hakk’a tapmayız. Cemevlerimizi yıktırdınız. Öyle bile olsa, Allah’ı dört taş duvar arasına sığdırmayız; biz Hakk’ı insanda görenleriz. Padişah Mahmut’un emriyle dilimizi Arapça ettiniz, bizlere hiçbir yerde mekân tutturmayarak Kürt aşiretlerinin içerisine gönderdiniz, biz Türkmenlere bile Kürt dedirttiniz. En kutsal mekânlarımıza Emevinin ve Abbasinin emir ve buyruklarını soktunuz. Biz Türkmenleriz, Allahımızı kendi dilimizle anarız, ibadetlerimizi de yine kendi öz dilimizle icra ederiz. Hiçbir zaman bu topraklarda kan aksın istemedik, dedelerimiz nasıl ki tahta kılıçlarla barışın sembolü oldularsa, biz de aynı sembolü taşımak istedik. Ancak sizler bu ülkenin çocukları olduğunuz halde, nereden geldiği belli olmayan Hırvatı, Rumu devşirme paşalara teslim oldunuz. Neslinizi inkâr ettiniz. Oysa ki Osmanlının kurucusu Otman Gazi dahi pirim Hacı Bektaş Veli’nin himmetiyle kılıç kuşanmış, şeyhim Edebali’nin himmetiyle bir imparatorluk kurmuştur. Şimdi ne için bizi bu ülkeden saymıyorsunuz? Kaldı ki dört kıtada benim ceddim at koşturdu. Hz. Muhammed’in dinini sevgi ile bütün insanların gönlüne taşıdı, şimdi biz üvey mi olduk?”
Kadı Mehmet zaten bunları bilmekte ve Ağuçan Seyyid Mehmet’e büyük bir inançla bakmaktadır.
“Senin ve taliplerinin kılına zarar getirmeyiz.Yeter ki sen padişah buyruğunu reddetme, Nurhak’ı terk et, bir müddet Hasan Ali yaylasına göç” der.
Bu teklif Ağuçan Seyyid Mehmet’in aklına yatar, akşam çadıra döndüğünde rehber ve müritlerini toplar.
“Erenler, Osmanlı’dan kurtuluş yok” der.
Nurhak Yaylası’na kendilerinden önce gelen bir başka Türkmen Reisi Seyit Koca da bu fikri onaylar. Artık Hozat Barginek’ten gelen köklü Ağuçan Ceritliler, Osmanlı zulmü karşısında Cırıklı aşireti olarak isim değiştirir. Cırık bir göçebe kuş grubu olduğundan bu ismi almıştır.
Osmanlı’nın fişlenme takibinden kurtulmaya çalışmak için sürekli isim değiştiren Ağuçanlılar, gerek Seyit Koca gerekse Seyit Mehmet eşliğinde bugünkü Akçadağ toprakları içinde bulunan Hasan Ali Uşağı Yaylası’na göçerler. Türkmen affının gündeme gelmesiyle de Elbistan kıyısına inip beş kilometre kuzeyde bir çayırlığı işgal ederler.
Buraya Hasan Obası denmektedir. Burası göçer Çilingirlerin bulunduğu otlak bir arazidir. Bunun için adına Çilingir Çayırı da denilir. Bugün burası hâlâ Çilingir Çayırı olarak da anılmaktadır. Ağuçanlı Seyyid Mehmet’in türbesinin bulunduğu bu köye şimdi ise Hasan Köyü denmektedir. Bütün Elbistan, Malatya ovalarında ve dağlarında o günün büyük mürşidi ve yoluna sahip bir evliya olarak bilinir.
Seyit Mehmet’in 1800’lü yılların başında vefat etmesiyle birlikte Hasan Köyü’nü de asimile etmeye, Sünniliği kabul ettirmeye çalışsalar da, ancak Oniki İmam’a bağlılığını sürdürmek isteyen Kocalar ve Ağuçan Türkmenleri, Koç Obası – Albaslı yaylalarına dağılır.
Sonunda, Afşin’in on beş kilometre kuzeydoğusunda küçük bir tepe üstüne gelirler ve Hozat -Barginek Köyü’nün anısına Berçenek Köyü’nü kurarlar. Elbistan’a Dersim’den, Horasan’dan akın etmiş bütün Türkmen ve Yörük Alevileri asimile etmeye çalışırlar, cami yaptırmaya kalkışırlar, imamlar tahsis ederler ki Ağuçan soyunu Arap soyu haline getirsinler. Bu arada Berçenek Köyü de üç dört köyün karmasından meydana gelir (Ağuçan, Cırıklı, Kocalar, Savranlar, Ellezler) ve araya Sünniliği kabul etmiş birkaç ev yerleştirerek, bu Türkmen aşiretlerinin Arap İslam inancı doğrultusunda kendilerine hizmet etmesini sağlamaya çalışırlar. Bu aşiretler uzun zaman kök kültürlerini devam ettirirler, ancak asimilasyona fazla dayanamayıp zaman zaman ibadet ve inançlarından uzaklaşanlar yüce Allah’ı beş vakte sığdırmaya, dört duvar arasında aramaya başlarlar. Bu çok belirgin olmasa da bu politika her yerde süregelen bir politika haline gelmiş olur.
Anadolu’da Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Türk toplumunun hemen tümü ve Dersim, Diyarbakır çevresindeki Kürt vatandaşlarla Hatay Anadolusu’nda kalan Arap yığınları ile Ege’de Çepni ve Tahtacı boylarının tümü Alevi içtihadıyla uzun yıllar yaşamış, ancak 15. yüzyılda Yavuz Sultan Selim’in iktidarıyla ne olduğu belli olmayan, Osmanlı’nın içerisinde yer alan sarayın içerisi ve karar organı, Sırp devşirmelerle doldurulmuştur. Anadolu’nun gerçek sahipleri Türkmenlere karşı çok gizli kinleri nedeniyle, Türkmenlere karşı büyük bir Sünni asimilasyonu politikası başlatmışlardır. Anadolu’da yer yer kaynayan Celali uzantıları bundan sonra da yaygınlaşır, daha önce de söylediğimiz gibi Elbistan – Nurhak Dağları’nda son yenilgiyi alan Kalender Çelebi isyanlarıyla olay noktalanır.
Ağuçen (Ceritli ya da Cırıklı), Osmanlı’nın son hışmına uğramış Türkmen halkıdır. Bugüne kadar adının yeni değişmiş olduğu Ekinözü ilçesi, birkaç yıl öncesine kadar tarihi adını Celali (Celal Ağa) olarak sürdürüyordu. Bundan da anlaşılıyor ki Osmanlı tarihinin Alevileri sürdürdüğü en son menzil Elbistan’dır.
Alemdar, Kışla, Alem Bey, Ambarcık, Kümbet, Yazıhan, Kullar, Tatlar, Kuyucak gibi köylerin hemen tümü Osmanlı dönemine ait askeri kural ve Sünni şeriatına uygun köylerdir. Bunların hemen hepsi Kuyucu Murat zamanında yerleşmiş, asimile edilmiş oba köyleridir. Yaklaşık olarak elli köyün içinde birkaçı hariç zorla, süngüyle, nesli yok etme tehdidiyle hemen hemen hepsini Sünnileştirmek için Arap Emevi anlayışı doğrultusunda hareket ettirmiştir. Kuran’a, Allah’a ve onun Peygamberine bağlı olan tüm Alevi toplumunu Osmanlının Yavuz ve Yavuz’dan sonra gelen bütün hükümdarları üçüncü sınıf insan yerine koymuş ve bu dava Cumhuriyet’e kadar uzanmıştır.
Ancak Alevi topluluğu, Mustafa Kemal Atatürk gibi bir dâhi sayesinde geniş bir nefes alabilmiş ve Cumhuriyet’in laik demokratik yapısının hiç kopmayan bir parçası olmuştur.
Adil Ali Atalay’ın bir araştırmasından:
Tunceli’de bulunan Ağuiçen olarak adlandırılan Evliya Seyyid Mençek olarak bilinir. Ama hepsi, bütün soy Ağuiçendir. Elazığ’ın Sün Köyü’ndeki eren Koca Seyyid’tir. Ağuiçen’in diğer bir adı Karadonlu Can Baba’dır.Diğer eren Mir Seyyid ve Köse Seyyid’tir.
Koca Seyyid Hazretleri, Horasan’dan 1200-1300 yılları arasında üç kardeşiyle birlikte Anadolumuza gelmiştir. Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Sulucakarahöyük’e yerleşirken Koca Seyyid de kardeşleri Köse Seyyid, Mir Seyyid ve Seyyid Mencek’le birlikte III. Murat zamanında bugünkü Elazığ’ın Sün Köyü’ne yerleşmişlerdir. Anadolu halkını irşat etmişlerdir. Hakk’ın nazarında en değerli olan emeği vermişlerdir. Emeklerinin de semeresini almışlardır. Tanrı’nın lütfuna ermiş, velayet sahibi olmuşlardır; en yüce kerametin çalışmakta olduğunu bildikleri için çalışıp zahitlikten arifliğe geçmiş; Tanrı aşkına, birliğine kavuşup tasavvufçu, yenilikçi olup tüm gönüllere girmişlerdir. Çalışmayı, yücelmeyi tüm Anadolu’ya telkin etmişlerdir. Hakk’a vâsıl olmanın yolunun halktan geçtiğini; emekle, sevgiyle birlikte olacağını bilerek sevenlerine sunmuşlardır.
Anadolumuzda o günlerde yaşayan Türklerin; Moğalların, Bizanslıların sürekli saldırılarına uğradığı bir dönemde, gelip Türk köylerine, örgütlenmeyi, birliği, beraberliği öğütlemişlerdir. Sevenlerini Tanrı’nın kendilerine verdiği manevi varlıklarla bir ikrara bağlamışlardır. Anadolu’nun her köşesini karakol ağı gibi, “El ele, el Hakk’a” kuralı ile zincirleme birbirleriyle haberdar olmalarını sağlamışlardır. O devrin padişahı olan III. Murat Anadolumuzdaki dervişleri, pirleri toplayıp denetimden geçirmiş, sormuş, “Başka kimseler var m?” diye; “Elazığ’da dört kardeş var” demişler. “Onları tiz huzuruma getirin!” demiş, getirmişler.
Padişah, “Eğer keramet gösterirseniz ne âlâ! Yoksa sizi de bu diyardan sürerim!” demiş.
Koca Seyit sormuş: “Ne dilersen, dilediğini yaparız.”
Padişah, “Zehir vereceğim, içeceksiniz. Eğer sizlere bir şey olmazsa o zaman biliniz ki sizler Hak kişilersiniz” dediğinde, büyük kardeş olan Koca Seyit, “Pekâlâ, lütfedin içelim” deyince zehir gelmiş!
Koca Seyyid Hazretleri istemiş ki kendisi alsın, zehri içsin;
En küçük kardeşleri olan Seyyid Mençek;
“Destur kardeşlerim. Büyükten himmet, küçükten hizmet” demiş.
Zehri (ağıyı) almış, içmek üzere himmet beklemiş. Büyük kardeşleri hep bir ağızdan
“Mey içer gibi iç, mey niyetine olsun” demişler.
O da ağıyı mürşit elinden gelen bir lokma, bal şerbeti gibi içmiş. Tanrı’nın inayeti, Ehlibeyt’in yüce mucizesiyle cümlesini parmaklarından akıtmış.
Hani erenler der ya: “Kırkımız bir, birimiz kırkımızdır.” Dört kardeşin gönlü bir olduğu için süt sağar gibi parmaklarından ağıyı sağmış akıtmış. Öbür kardeşler de ayrı ayrı velayetlerini göstermişlerdir. Padişah da ellerindeki şecerelerini tasdik edip serbest bırakmış. Bu meydan gerçek er oldukları ortaya çıkmış.
Koca Seyyid evladı Resul, Seyyid-i Saadat olup Nazenin kolundadır. Bilindiği gibi, dünyada binlerce tarikat vardır. Hüseyn-i Nazenin kolunda Koca Seyit cümle erenlere mürşid-i kâmil olarak vazifesini devam ettirmiştir.
Kardeşlerinin hepsinin büyüğü ve mürşidi olan Koca Seyit ,Elazığ’ın kuzeybatısında Kuzova bölgesinde, vilayet merkezinden 21 kilometre mesafede bulunan Alevi Türk köyü olan Sün Köyü’nde yatmaktadır. Bu köyde yatan, türbesi de bu köyde bulunan Koca Seyit’in soyu, İmam Zeynelabidin’den Hz. Ali’ye ve Hz. Muhammed’ e çıkar.
Evlatları ise Tacim, Mürteza, Kalender mezresinde Molla İbrahim.
Tacim’den gelenler: Selefezade, Bebek
Selefezade’den: Mola İbrahim, Molla Ali
Molla İbrahimden gelenler: Hasan, Mehmet, İbrahim.
Güzel’den gelenler: Amasya’ya giden Aslanoğulları, Abdullah Zebil evlatları olarak bilinir.
Hasan’dan gelenler; Amasya’ya giden Hasan ve onun oğlu Hüseyin’in evlatları.
İbrahim’den gelenler; bugün Sün Köyü’ne bağlı Kalender (Bektaş) mezrasında bulunan Hanehıdır evlatlarıdır.
Molla Ali’den: Dört evlat; Hüseyin, Cafer, Zeynel, Mahmut.
Mahmut’tan: Ahmet Mutlu Ay ve ablaları.
Bebek Dede’gilden: Erzincan Ilıç’ta Nordun Köyü’ndeki dedeler.
Mürteza’dan gelenler: Sün Köyü’nde Ali Efendi kabilesi ve Erzincan’da Ardos dedeleri.
Seyyid Mençek’ten gelenler: Seyit Aziz, onun oğulları Mithat Dede, Ali Haydar Dede, Çorum ve Amasya’ya giden dedeler.
Mir Seyyid’ten gelenler: Doğan dedeler, Mineyik dedeleri, Erzincan’da Kismihor ve Kadagan’daki dedeler.
Köse Seyyid: Mücerret olup Mir Seyit’le birlikte Çemişgezek’in Ulugala Köyü’nde yatar. Seyyid Mençek ise Tunceli-Hozat kazası Bargine Köyü’nde yatmaktadır. Bir tevhit gibi etrafı Tunceli (Dersim) Bingöl, Diyarbakır, Malatya, Adıyaman, Sivas, Erzincan, Varto, Erzurum’la çevrilidir. Bir merkez mahiyetinde olup Anadolu Türkmenlerinin yoğun yerleşim bölgesini kaplamaktadır. Halen Erzincan, Erzurum, Elazığ, Kars, Sivas, Malatya, K.Maraş, Adıyaman, Tokat, Amasya, Çorum, Adana, Mersin, Ankara, Çankırı, Kayseri, İzmir ve yurtdışına doğru yayılmış olan Ağuiçen Ocağı çok geniş kitlelere hitap etmiştir. Bu nedenle bu altın zincir ağı, bir karakol dağılımı gibi daha sayamayacağımız Anadolu ve yurtdışında hareket alanı bulmuştur.
Aleviliğin Hüseyni kolu olan bugünkü askeri alan gibi er, erbaş usulü olarak onlarda da “El ele, el Hakk’a misali, talip – musahip – rehber – pir – mürşit – mürşid-i kâmil olarak birbirlerine zincirleme bağlı olarak bulunmaktadır, buna altın zincir hattı da deriz.
Buna askerde erden mareşale kadar uzanan, birbirine bağlı kopmayan altın zincir hattı da denir. İşte bu ve bunun gibi zatlar tüm Anadolu Aleviliğini kaplayan manevi bir zincir sistemi ile; “eline, beline, diline, işine, aşına, eşine, sözüne, izine, özüne” sahip olmaya dayalı sistemiyle tüm toplumun birlik ve beraberliğini sağlamış, barışı başta sembol etmiş, küskün kişinin yüzüne güneşin doğmayacağını, güneşin olmadığı yerin hiç verim vermeyeceğini vurgulamış ve sağlamıştır.
Tıpkı bugün zahiren karakol, mahkeme, sulh mahkemesi, ceza mahkemesi, ağır ceza mahkemesi gibi, manen batının “El ele, el Hakk’a” zinciri ile kişileri ikrar yolu ile birbirlerine sahip çıkma, asayişi sağlama kolları ile bütünleşmiş. Musahip kapısında kardeşler birbirinin yanlışını düzeltir. Düzeltmezlerse, kendisini aşıyorsa rehbere başvurulur. Rehberin halledemeyeceği bir olayı pire,
pirin halledemeyeceği bir olayı mürşide, mürşidin halledemeyeceği bir olayı mürşid-i kâmile havale ederek manevi halk mahkemesi ile halledilir. Cemaat noksansız toplanıp önce kişiyi kendi kendisine sorarak, sonrada komşularına, halka sorarak Hakk’ın ve halkın huzurunda en ufağından en büyüğüne kadar tüm müşkülleri bir jüri usulünden yola çıkıp ana, bacı, er bacılarla birlikte tüm davaları halletmişlerdir.
Ağuiçen Ocağı’na bağlı ocaklardan bazıları:
Sivas Divriği’de Karapirbat Ocağı ve talipleri
Erzincan Ilıç Tapur dedeleri ve talipleri
Nordun dedeleri ve talipleri
Sivas Kocaleşger Ocağı ve talipleri
Sultan Sinemilli Ocağı ve talipleri
Derviş Halil dedeleri ve talipleri
Ali Abbas dedeleri ve talipleri
Şeyh Ahmet dedeleri ve talipleri
Celal Abbas dedeleri ve talipleri
Üryan Hızır dedeleri ve talipleri
Ve daha birçok pir, dede ve ocakların mürşit kapısı olan Ağuiçen Ocağı, nasıl ki Türkiye Cumhuriyeti’nin kalbi Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir, Alevilerin serçeşmeleri de aynen “El ele, el Hakk’a” Ağuiçen ve Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’ye çıkar.
Dr. Ali Yaman’ın kitabında dedelerle görüşme notları:
Derviş cemaller, Kureyshan’a
Kureyşhan, Baba Mansur’a
Baba Mansur’lar Seyit Sabunlar’a,
Seyit Sabunlar Şıh Ahmet Dede’ye
Şıh Ahmet Dedeler de Ağuçan’a bağlı olduğunu yazmaktadır.
“Ey insanlar! İçinizde bir topluluk, başka bir toplulukla alay etmesin; olabilir ki o alay edilenler, öbürlerinden daha hayırlıdırlar” (Zuhurat Suresi, 11. ayet). Bizim nazarımızda hiçbirisi diğerine karşı küçümseyici gözle bakmamalıdır.
Dr. Ali Yaman’ın Ağuçan Ocağı’ndan Ahmet Mutlu Ay ile görüşmesinden
Rivayete göre Koca Seyit, Köse Seyit, Mir Seyit, ve Seyit Mençek dört kardeş olarak 650 – 700 sene evvel Horasan’dan Hoca Ahmet Yesevi irfanından yetişerek buraya gelmişler. Horasan pirlerinin irşadı için onlardan sonra da, doksan bin Horasan piri gelmiş. Burası, Harput havalisi Hıristiyan âlemiymiş, buraları İslamlaştırmışlar. Buradan Diyarbakır’a kadar bu çevre olduğu gibi Aleviymiş Yavuz Sultan Selim’den sonra zulümden kaçan kaçmış, Aleviler azalmış. Erzincan, Malatya, Sivas’a kadar geniş bir bölgede insanları irşat etmişler, yetiştirmişler, Türkleştirmişler, ibadet şekillerini göstermişler, erkân oluşturmuşlar. Dört kardeşin evlatları da buradan Erzincan, Sivas, Tunceli, Malatya, Çorum, Amasya’ya varıncaya her yere dağılmışlar. Seyit Mençek Tunceli’nin Bargeni Köyü’nde, diğerleri de burada kalmış. Erzincan, Sivas, Malatya ve diğer illere evlatları dağılmış. Yalnız, en büyük kardeşleri Koca Seyit olduğu için diğer üç kardeş ona bağlı olarak kalmışlar, onun irşadında yetişmişler. Sonra burası Alevi zümresinin, Horasan pirinin Kâbe-i Beytullah’ı olarak kabul edilmiş. Hatta Sultan Murat’ın devrine kadar Diyarbakır’da, Sultan Murat’ın huzuruna bile bu dört kardeş gitmişler. Orada velayetlerini, kerametlerini göstermişler. En küçük kardeşleri Seyit Mençek, büyüklerinden himmetle orada zehri içmiş, dördünün de parmağından bal akmıştır. Bu memleketleri irşat etmişler, yetiştirmişler. Harput Ovası dediğimiz zaman burası Hıristiyan âlemiymiş, nasıl Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Rum diyarında Hıristiyan âlemini yetiştirmişse, irşat etmişse, İslama getirmişse bunlar da Horasan pirleri olarak bu diyarda onları yetiştirmişlerdir ve bunların arkasından da Horasan’dan doksan bin Horasan piri gelmiş. O gelen Horasan pirlerinin hepsi bunlara bağlı olarak kalmış. Yani Tarik-i Müstakim yoluyla ikrarla buraya bağlanmışlar. İbadet şekilleri Tarik-i Müstakim’dir. Zaten cem kurmaları, belli Alevi zümrelerinin bugüne kadar yapmış olduğu erkândır. Aleviliğin Kâbe-i Beytullah’ı gibidir burası; 24 bin nebiden devridaim yaptı bu yol. Adem’den Nuh’a, Nuh’tan Eyüp’e, Eyüp’ten Şuayp’e, Şuayp’ten İbrahim’e, İbrahim’den Musa’ya, Musa’dan İsa’ya, İsa’dan âlemlere rahmet Muhammet Mustafa’ya süregelen, o dosdoğru yoldur. Alevi inancında İsa ile Musa, Musa ile Muhammet Mustafa farklı değildir. Hepsi bir nur-u vahitten meydana gelmiş, yalnız isim değiştirmiş. İsa, Muhammed; Muhammed, İsa’dır aslında. Cenabı Hak bir insanı Alevi, Sünni, Hıristiyan diye yaratmaz, masum-u pak olarak yaratır. Doğuşta da her ruh, âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammet Mustafa’yla bedeni tamamlamış, Ali ile yol bulmuştur. Onların daha sonra fırkalara ayrılacağını yüce Allah söylemiş ve onları benlik getirmelerinden ötürü mezheplere sevk etmiştir. Onun için Sünninin çocuğu Sünni, Alevinin çocuğu Alevi, Hıristiyan’ın çocuğu Hıristiyan olur. Değişik bir şey yok aslında, ama hepsi bizim kafamızda.
Bizim yaşlı divanelerimiz vardı; eskiden derlerdi ki: Zaman gelecek, dünyada tek din, tek mezhep olacak. Peygamber devrinde mezhep olmadığı halde mezhep icat edenler, mezhepleri de üçe beşe ayırır. Ve sorarlar ki? Kaçıncı mezheptesin? Böyle bir acayip zamana düştük.
Dedenin eline niyaz olmak, şahsına yönelik değildir; o, âdeme secde etmektir. Seyit-i Saadet evladı olarak Âdem’den beri gelen nübüvvet nuruna Pençe-i Âli Âbâ’ya niyazdır. Âdem-i Safiyullah’a niyazdır.
Kara Donlu Can Baba Söylencesi
(“Sanat” dergisinin Ekim 1993 sayısına göre, devlet arşivlerine girmiş):
Büyük astronomi bilgini Şeyh Necmeddin-i Kübra uzun çalışması sonunda rasat bilgisine ait bir kitap yazmıştı. Bu kitabı aldı ve Bağdat’ta hüküm süren Abbasoğulları’ndan aklı kıt bir padişaha sundu. Padişah, Şat Irmağı kenarında büyük köşk yaptırmış, orada oturuyordu. Devamlı köşkten ırmağı seyrederdi.
Necmeddin-i Kübra eseri padişaha verince bir müddet kitaba baktı. Sonra pencereden Şat Irmağı’na atıverdi. Vezirler, sultandan “Ne için böyle yaptınız” diye sorunca “:Suyun sesi bana hoş geliyor, o yüzden attım” dedi.
Bunun üzerine Necmettin-i Kübra padişaha çok kızdı. İçinden; “Sana bir iş edeyim ki âleme destan olsun, söylensin dursun” dedi.
Tataristan ülkesine vardı, ülkenin padişahı Cengiz Han idi (1155-1227). Hanın 10 oğlu vardı; Necmettin-i Kübra, Cengiz Han’ın oğullarından, Kaus Han’ın talihini pek kuvvetli bulmuştu. Kaus’u Bağdat’a göndermesi halinde, Bağdat’ı fethedebileceğini söyledi. Cengiz Han inanmak istemedi; ancak Necmettin-i Kübra, ileride bir günde Ay’ın tutulacağını, kendisinin doğru söylediğini, şayet dediği zamanda Ay tutulması olmazsa, inanmayabileceğini söyledi. .Necmettin’in dediği gece ay tutuldu. Necmettin hemen Cengiz Han’ın sarayına geldi. Muhafızlara, “Girin, padişaha haber verin, Ay tutuldu” dedi. Padişah o sırada uyuyordu. Kapıcılar uyandıramayacaklarını söylediler. Şeyh oradan koştu, şehir halkına Ay’ın tutulduğunu ilan etti. Tepsi, leğen, hasılı bakırdan yapılma ne varsa çalındı bu Ay tutulması geçsin diye. Halk hemen eline geçirdiği şeyi çalmaya başladı. Ay tutulunca bakırdan yapılma şeyleri çalma buradan kaldı. Şeyhin maksadı padişahı uyandırmak, sözünün doğru olduğunu ispat etmekti.
Gürültü çoğalınca padişah uyandı. Bu nedir? Kendisine Ayı’n tutulduğunu söylediler, şeyhin sözüne o zaman inandı. Oğlu Kaus Han’ı yüz bin göçerle birlikte Bağdat üzerine gönderdi. O zaman Cengiz Han ve halkı Hıristiyandı. Necmettin-i Kübra’nın maksadı, Bağdat sultanından öç almaktı. Kaus Han Bağdat’ı aldı, şeyh maksadına ulaşınca, Kaus Han’dan izin istedi, gitti.
Kaus Han Bağdat’ı alıp Irak ülkesini ele geçirince, Rum ülkesine girmek istedi. O zaman Anadolu’ya Rum diyarı deniliyordu. O vakit, Hacı Bektaş Veli (1242-1337) Sulucakarahöyük’teydi, kerameti her tarafa yayılmıştı. Her yandan birçok kişi kendisine akın akın ziyarete geliyordu.
Günlerden bir gün Hacı Bektaş Veli’yi görmeye biri daha gelmişti. Eğnine kara elbise, başına bir külah giymiş. Üstüne kırmızı sarmıştı. Kendisinden himmet istedi.
Gelen kişi Can Baba’ydı. Hünkâr, Can Baba’ya baktı, gördü ki can gözü açık. Keramet sahipleri birbirine baktığı zaman kendini görür. Hünkar, Can Baba’ya safa nazar etti. Can Baba “Her türlü göreve hazırım Hünkârım” dedi. Erin bakışı kimyadır, toprağa baksa altın olur. Can Baba da Hünkâr’la birbirine baktığı zaman kendilerinin üzerindeki nazarları gördüler. Can Baba erlik mertebesini buldu. Can Baba görev isteyince
Hünkâr, Can Baba’ya dedi ki: “Seni Tatar Hanı Kaus Han’a gönderiyorum. Velayetimizden, kerametimizden ne isterlerse göster. Bizler birbirimizden ayrı değiliz, yine de seninle beraberiz. Onlara de ki: İman etmedikçe sana Rum ülkesine girmeye yol yoktur.”
Can Baba Hacı Bektaş Veli’nin sözüyle yola düştü. Erzincan önünde Kemah Boğazı’nda Kaus Han’a rastladı. Göçün önüne geçip “Nereye gidiyorsunuz? Buradan ileriye size yol yoktur, ancak iman ederseniz gidebilirsiniz” dedi. Can Baba’yı Kaus Han görüşmek üzere çadırına çağırdı. Ne demek istediğini bir kere daha sordu. Can Baba tekrar etti. Kaus’un yanında ulu bir keşiş vardı. Durumu keşişe sordular. Keşiş “Bu adamı sınayalım, şayet üstün gelirse dinine gireriz” dedi. Can Baba her türlü sınamayı kabul etti, ancak başarırsa hepsinin İslam olmasını şart koştu.
İlk imtihan başladı
Keşiş,
“Bir büyük kazan içine girsin, ağzına dek su doldurun; kapağını sıvayın, üç gün altında ateş yakın. Üç gün kaynatın, sözü doğruysa bir şey olmaz, bunun dinine gireriz” dedi.
Can Baba,
“Evet, kabul” dedi.
Ortaya büyük bir ziyafet kazanı getirdiler, içini suyla doldurdular, gel gir dediler. Can Baba kazanın içine girdi. Su doldurdular, kapağını kapattılar, dört yanını sağlamca sıvadılar, altına büyük bir ateş yaktılar.
O tarihte o gün Hacı Bektaş Veli evinde oturmaktaydı. Sarı İsmail’e tıraş olmak istediğini söyledi. Dışarı çıktılar, tam yarı olunca, Hünkâr yerinden kalktı. Biraz yürüdü, eliyle yeri kazdı; “Ak pınarım, ak pınarım, ak pınarım” diye üç kere seslendi.Üçüncü seslenişinde yerden arı duru bir su çıktı. Höyüğe doğru akmaya başladı. Hünkâr, suyu eliyle aldı ve çevresine serpmeye koyuldu. Sarı İsmail ne yaptığını sorunca Hünkâr dedi ki: “Can Baba’yı Kaus Han kazana koyup kaynatıyor. Onun suyunu iyileştiriyorum.”
Kaus Han, Can Baba’yı üç gün üç gece kaynattı. Dördüncü günü Tatar beyleri ve uluları, Han’a gelip dediler ki: “O kazana koyduğun adam demir olsa erir giderdi. Gelin açalım görelim, hali ne olmuş.”
Hep birden kazanın yanına geldiler. Han emretti, kapağını açtılar. Bir de gördüler ki Can Baba kazanın içinde bağdaş kurmuş oturuyor. Burçak burçak da terlemiş. Kaus Han emretti, kazandan çıkardılar.
Han, keşişe “Ne dersin?” dedi.
Keşiş, “Bu kadarla olmaz” dedi ve ekledi:
“Emret askerlerine, bir yazıya odun yığsınlar, yaksınlar; bu ateşe girsin, yanmazsa dinine gireriz.”
Kaus Han, Can Baba’ya “Ne dersin?” dedi.
Can Baba, “Pekâlâ” dedi, “fakat yanmayıp çıkarsam imana gelecek misiniz” diye sordu. Kaus Han ve yanındakiler “Evet” dediler. Yazıya odun yığıldı ve ateşlendi.
Bu arada Can Baba, keşişin de kendisiyle birlikte ateşe girmesini istedi. Durum keşişe açılınca bir şey diyemedi. Zoraki razı oldu.
Bunun üzerine Can Baba keşişin eline yapıştı, ateşe yürüdü. Keşiş giderken Can Baba’ya, “Ey gerçek er! Ben ne olacağımı biliyorum. Çocuklarım sana emanet.” Her ikisi de beraberce ateşe girdiler. Üç gün üç gece ateşin içinde kaldılar, dördüncü günü yalnız Can Baba ateşten çıkageldi. Doğruca Kaus Han’ın yanına varıp avucunu açtı, keşişin parmaklarını önüne koydu.
Han, “Keşiş ne oldu Can Baba” diye sorunca,
“Bize parmaklarını verdi, gönlünü vermedi. Gönlünü verseydi bir şey olmazdı” yanıtını aldı.
Kaus Han şaşırmıştı; doğru, çadırına gitti; olanları bir bir karısına anlattı. Karısı, “O dervişi bana yolla” dedi ve sözü sürdürdü: “Bir şişe zehir saklamaktayım, vereyim içsin; hiçbir şey olmazsa şüphemiz kalmasın, dinine girelim.”
Can Baba’yı hatunun yanına götürdüler.
Hatun,
“Seni üç gün üç gece kazana koyup kaynatmışlar, bir şey olmamış. Şimdi gel de şu zehri iç, gene bir şey olmazsa biz de inanırız, dinine gireriz” dedi.
Can Baba, üstelemeden hatunun elinden zehri aldı, içti. Tanrı’nın inayetiyle, pirlerin himmetiyle, içilen zehir mey oldu. Hiç bir şey olmadığı gibi, oradakiler şaşırıp kaldı. Can Baba, zehri bal edip parmaklarından akıttı.
Kaus Han’la yanındakiler bunu görünce inandılar. Hepsi Müslüman oldular.
Daha sonra Rum elçisi padişahına elçi göndererek, yurt istemeye karar verdiler. Bu arada Can Baba, keşişin oğullarını yanına aldı, böylece verdiği sözü tutmuş oldu. Keşişin oğulları Ağuiçen talibi oldu. Bunun üzerine yüksek yerlerde yaylalıklar verildi. Yüksek yerdeki yaylalıklarda bulunan ve daha sonra düzlüklere inmiş olan Tatarlar bugün de Ağuiçen talibidirler.
Kaus Han, Selçuklu sultanı Alaeddin Keyhüsrev’e elçi gönderdi, bir de mektup gönderdi, olanı biteni mektupta anlattı.
Sultan Alaeddin, durumu vezirleriyle görüştü; “Konmayı göçmeyi, kışlağa inmeyi, yaylaya çıkmayı âdet etmişlerdir. Müslüman olmuşlar, bizlere arka olurlar” dedi. Sonunda onlara Sivas’tan Kayseri’ye, Çorum’dan Ankara’ya kadar olan yerleri kışlık olarak verdi. Sıvas ve Kayseri’nin ulu dağları yaylalar oldu.
Kendisi için, kaynatılmak üzere hazırlanan kazanı, sırtına aldığı gibi Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli’nin dergâhına gitti. Hünkâr onu kapıda karşıladı. Kazanın karası uzun don giymiş olan Can Baba’nın donuna (elbisesine) bulaştığı için, elbisesini kara gören Hünkâr,
“Geldin mi Kara Donlu Can Babam” dedi.
Can Baba’nın ismi bundan sonra, “Kara Donlu Can Baba” olarak kayıtlara geçti.
Elimize geçen iki tane soy şeceresinden bir tanesi Ağuçen Seyit Mençek Urfani’ye ait Hayri Cihan Dede’nin noter tasdikli şeceresidir. Bu şecere anlaşılır bir şekilde okunamadığı için kayda alınamamıştır.
Elimizde bulunan bir diğer şecere ise Amasya şeceresidir. Ağuiçen Karadonlu Canbaba derneğinde temin edilen bu şecere şu şeklidedir:
Mühürler:
Mühürler birkaç kez aynen tekrar edilmiş. Ortadaki büyük mührün etrafında 12 İmam’ın adı var. Ortasında ise “El Mülk-ü Lillahi, Muahmmed-un Resulullah, Aliyyün Veliyullah”, yani “Hâkimiyet Allah’ındır, Muhammed Allah’ın elçisidir, Ali Allah’ın velisidir” yazılıdır. Bu büyük mührün altında ayrıca hicri 993 tarihi okunuyor ki bu, miladi olarak 1585 tarihine tekabül eder.
Büyük mührün etrafındaki küçük mühürler arasında süslü ve büyük harflerle Kuran’ın Fetih Suresi’nin ilk üç ayeti yer alıyor (48, 1-3):
“Esirgeyen, bağışlayan Tanrı’nın adıyla:
(1) Muhakkak ki biz sana muazzam ve aşikâr bir fetih ve zafer verdik.
(2) Bununla Allah evvelki sonraki günahını yargılayacak, hakkında nimetini de tamamlayacak, seni doğru yola götürecek.
(3) Sana şanlı, şerefli bir nusrat verecek.”
Ana Metin :
Giriş uzun bir Allah’a hamd ve sena kısmı içeriyor, sonra kısaca Hz. Muhammed’e, ailesine ve ashabına ve diğer peygamberlere selam ve salavat içeren bölüm içeren bölüm geliyor.
Silsile şöyledir:
Seyyid Şehabettin (Babası?) Seyit Ahmed el-Hüseyni El- Vefai
Seyit Şerafettin (Babası?) Seyit İshak
Seyit Cemaleddin (Babası?) Seyit Yusuf
Babası Seyit Celal
Babası Seyyid Gıyaseddin
Babası Seyyid Ganem
Babası Nurullah
Babası Seyyid Şerafettin(Babası) es- Seyyid Hüseyin Nevaluh veya Nurullah
Babası Seyyid İmadeddin
Babası Seyyid Selaheddin
Babası Seyyid Salih
Babası Seyyid Zekiyeddin
Babası Seyyid Zeki
Babası Seyyid İmadeddin
Babası Seyyid Abbas
Babası Seyyid Rükneddin
Babası Seyyid İmadeddin
Babası Seyyid Kemaleddin
Babası Seyyid Hamis
Babası Seyyid Gıyaseddin
Babası Seyyid Ganem (ki ariflerin kutbu Ebu-l Vefa’nın kardeşidir)
Ariflerin kutbu Ebu’l Vefa, asıl adı Seyyid Muhammed
Babası Seyyid Muhammed
Babası Seyyid Alaeddin
Babası Seyyid Ali
Babası Seyyid Murtaza el-Ekber
Babası Seyyid Zeyd
Babası İmam Zeynelabidin
Babası Emir-el Müminin Hz. Hüseyin ki dedesi Hz. Muhammed el – Mustafa ve anneannesi Hz. Hatice’dir, annesi Hz Fatıma, babası Hz Ali’dir.
(Bundan sonra Hz. Ali’nin Hz Âdem’e kadar olan standart soy şeceresi veriliyor.)
Belgeden anlaşıldığı kadarıyla :
Seyyid Kalender, Kerbela’da Hz Hüseyin’in türbesini ziyaret ediyor. Yanında muhtemelen bu şecerenin daha eski bir kopyasını beraberinde götürüyor ve bu şecerenin kendi dedelerine ait olduğunu söylüyor. Orada seyitlerin kaydını tutmakla görevli kişi, bu eski şecereyi ana metni hiç bozmadan tekrar kopyalıyor ve sonuna Farsça kısa notu ekliyor. Yeni bir şecere çıkarılmadan ve yapılanın eski bir şecerenin sonuna kayıt düşülmesinden ibaret olması sebebiyle, sahibi Seyit Kalender’in ana metinde geçen şahıslardan hangisi ile bağlantılı olduğunu bilemiyoruz.
Ana metinden anlaşılan, bunun bir Vefai tarikatı icazetnamesi olduğu ve içinde Vefai tarikatının kurucusu kutb’ül arifin Seyyid Ebu’l Vefa’ya çıkan bir silsilenin bulunduğu. Aynı durumu diğer diğer tüm Ağuiçen ve Zeynelabidin Ocağı belgelerinde de görüyoruz. Diğer bir deyişle, diğer tüm Ağuiçen ve Zeynelabidin Ocağı dedeleri gibi Amasya’daki Ağuiçen dedelerinin de silsilesi Seyyid Ebu’l Vefa vasıtasıyla İmam Zeynelabidin’e çıkıyor.
Ağuiçen Ocağı ile ilgili bilgileri bir araya getirip çeşitli tarihlerde değişik yazarlarla mümkün olduğunca asıla, doğruya ve birleştiriciliğe hizmet etmeye çalıştım. Yüce Allah eksiklerimizi tamam eylesin. Ağuiçen gibi kutlu soyun kerametini cümlemizin üzerinde hazır ve nâzır eylesin. Aşk-ı niyazlarımla…
Dursun ZEBİL
KAYNAKÇA:
1 – “İz Bırakan Erenler ve Alevi Ocakları”, Veli Saltık.
2 – “Anadolu’da ve Balkanlar’da Alevi Yerleşmesi; Ocaklar, Dedeler, Soyağaçları” , Nejat Birdoğan.
3 – “Dedelerle Görüşme Notları”, Dr.Ali Yaman.
4 – “Günümüz Alevi Ozanları”, Ayhan Aydın.
5- “Cem” Dergisi Canlar Köşesi, Adil Ali Atalay.
6 –-“Uluslararası Türk Dünyası İnanç Merkezleri Kongresi Bidirgesi “, Adil Ali Atalay.
7 – “ Oğuzlar” Dergisi Sanat Köşesi, Ekim 1993 Sayısı.
8 – “Karadonlu Can Baba Söyleşisi “, Ahmet Acaray.
9 – “Divriği Evliyaları”, Kutlu Özen.
Share This